12 Aralık 2013 Perşembe

sakiniz

nasılsınız? arada yazmak istediğim şeyler oldu, teknik nedenlerden dolayı yazamadım, yakında yayına gireceklerdir.

insanlar neden acelecidir? neden sonucunu bildikleri şeyler için acele ederler. hani uçağa her bindiğinizde, uçak indiği anda kemerini çözen ve telefonunu açan insanlar vardır, hah işte tam da onlar gibiyiz. aslında mantık yürütürseniz her şeyin sonucu bellidir. kemeri çözsen de inemeyeceğin, telefonu açsan da arama yapamayacağın gibi. bu belki de özgürlüğümüzün kısıtlandığı düşüncesi ile yapılan bir harekettir belki de sadece sabırsızlığımızdan kaynaklıdır, bilemiyorum. her şey sebep sonuçtan ibarettir. çok istediğiniz bir şey olmuyorsa da henüz zamanı gelmemiştir. çok mu iyimser oldu bu, bunu da bilmiyorum ama olsun. belirsizlik olarak gördüğümüz çoğu şey barizdir. biz istediğimiz şey harfiyen olmayınca paniğe kapılırız hepsi bu, isteklerimiz aslında yavaş yavaş olmaktadır ve sadece sakinliğe ihtiyacımız vardır.

"bir değil iki değil üç vakte kadar istekleriniz olacak, yaptım olacak!" sakiniz, beklemedeyiz, değiliz, biraz deliyiz.

öperim.

18 Kasım 2013 Pazartesi

severim.

bi müsaade etsen de gitsem artık, ya da neyse. ya da kısmını konuşmaya bile fırsat olmadı. devamlı aynı moda dönmek hoş değil. içsel bir şey elimden gelen başka bir şey yok. aptala yatmakla aynı durum, hatta açık ve net aptala yatmak. 

hepiniz aptala yatmıyor musunuz zaman zaman? ya da bu kabaca oldu biraz daha düzgünü olarak, işinize geldiği gibi davranmıyor musunuz? evet ben de öyle yapıyorum. ama içsel durumlarda işime geldiği gibi davrandığımı söylesem de bu bir zorunluluk haline dönüşüyor ve mecburen aptala yatıyorum. 

neyse, asıl konumuz bu ama daha fazla yazmak istemediğimden noktalıyorum. 

istanbul cidden bana yarıyor. karmaşa karışıklık tam bana göre. kalabalığı severim. belki de sadece 2 hafta geçirdiğimdendir ama bu öyle bir şey değil sanki, şehirle beraber ben de yaşıyorum. hissediyorum. uyumayan, farklı renkli, aceleci, karışık, yorulmayan, uyumlu. tam olarakta bu. farklı karakterleri tanımayı severim, bir şeyler öğrenebildiğim sürece. eğitici öğretici mod değil bu söylemek istediğim. ruhu canlandıran bir şeyler var bu öğrenmede, bilgi sahibi olmak, kültür seviyesini arttırmak değil. tabi sakinlik zamanları da olmalı ama istanbul.. zor. ama gerçekten olsaydı, sakinlik olurdu sanki. eksik olan tamamlanırdı. plak gibi başa sardım. yeterli. güzel. her şeye hatta hiçbir şeye rağmen hoş.

severim.
bak yine yarım kaldı, neyse.

öperim.


31 Ekim 2013 Perşembe

mutlu yıllar sanaa

bugün babamın doğum günüydü. aslında gerçek tarihi değil, gerçek doğum tarihini bilmiyoruz maalesef. çoğumuzun annesinin babasının da değil ya zaten. annem kendi gerçek doğum gününün de 1 Ocak olduğunu iddia etse de, geriye kalan tüm kardeşlerinin (7 dayım, 2 teyzem var ona göre değerlendirelim:) doğum tarihi de 1 Ocak.

babam doğum gününü hiç kutlamamış şu güne kadar, şeker hastası olduğu için pasta yemesi de yasak. ben de ufak bi sürpriz yapmak istedim bugün ve pasta gibi bişey yaptım diyabet hastaları için.

internette baya bi dolandım uygun bir tarif bulabilmek için ama pek kolay bişeye rastlayamadım. çoğunda tatlandırıcı kullanılmıştı ve ben kullanmak istemiyordum. yaptığım tarifi paylaşmak istedim.

3 paket etiform limonlu bisküvi
4-5 ceviz içi
2 tatlı kaşığı hindistan cevizi rendesi
1 tatlı kaşığı tarçın
2 tane karanfil
2 tane kırmızı elma

elmaları rendeleyip, bisküvileri de ufak ufak kırdıktan sonra, tüm malzemeleri karıştırdım. ve buzlukta 1-2 saat beklettim. süslemek için de nar ve ceviz kullandım, başka bişeyler de olabilir sanırım. biraz ince tart gibi bişey oldu ama cidden çok lezzetliydi. malzemeler çoğaltılabilir tabiki.



görüntüsünün süper olmadığını biliyorum, ama şeker hastası bi yakınınız varsa deneyin derim;)

mutlu yıllar babacım.
öperim.

30 Ekim 2013 Çarşamba

aKIL var AKIL var

biliyorsunuz ki Cumhuriyet Bayram'ında Marmaray'ın açılışı yapıldı ve hoop dk 1 gol 1 elektrikler kesildi, millet yürüyerek tünelden çıkmaya çalıştı. Yetkililerin (kim mi bu yetkililer? bkz: Marmaray) bu açılışın ölümcül olacağını açıklamasına rağmen açıldı. Tamam trafik, ulaşım ve İstanbul denilince akla gelenleri yaşayanlar da yaşamayanlar da biliyor.

Marmaray sanki şey gibi, hani evi temizlerken uğraşmak istemesiniz ya da misafirlerinizin gelmesine az kalmıştır ve dağınıklığı bir odaya yığıp kaparsınız ya onun gibi. İşin görünmeyen kısmından kimsenin haberi olmaz.

Neyse. Gezi olayları başladığı sıralarda ortaya çıkan bir gruptan bahsetmek istiyorum. AKP Global. Gerçekten yaratıcılar. Ve bakın AKP, Avrupa'ya el atsaydı neler olurdu?


VE Benim Favorim olan Simit Saraylı Kolezyum :)


BİR RÜYA GERÇEK OLDU!





Öperim.





27 Ekim 2013 Pazar

arap abdo arap abdo.

aslında başlığa baktığınızda pekte anlam veremeyebilirsiniz. yazarken bile müziğini mırıldandım. geçen günlerde izlediğim ve uzun zamandır izlediğim en iyi oyunlardan biri olan tiyatro oyunu "Arap Abdo" İzmir Devlet Tiyatro'su oyuncularının sergilediği, müzikal kıvamında, müzikli bir tiyatro oyunu. geçtiğimiz günlerde Gaziemir A.K.M. sahnesinde izleme şansım oldu. Osmanlı zamanında, beyoğlunun arka sokaklarında can bulan bir kabadayının hikayesini, göz dolduran oyunculuk performansları ile Emre Başer ve Bahar Başar'dan izledik. tabi sadece başrol oyuncuları değil, tüm ekip son derece başarılıydı. 


"arap demek mertlik demek"

Necmi Onur'un romanından Ayper Erener tarafından oyunlaştırılan ilk olarak 1973 te Kadir İnanır'ın oynadığı bir sinema filmi olarak karşımıza çıkmıştı. Osmanlı döneminin kabadayılarından olan Arap Abdo'nun Rum dilberi Niça ile olan aşkı anlatılmış. Niça ile olan aşkından çok dönemin mirasyedilerinden Muhiddin Bey ile çekişmesi ön plana çıkmış aslında oyunun son perdesinde Niça ile olan aşklarına biraz daha değilinebilseydi, aralarindaki aşkı biraz daha fazla hissedebilirdik.






İzmir'de olanlar için tavsiye edebileceğim oyun Konak Sahnesi'nde devam ediyor.




izleyiniz, dinleyiniz, arap abdo arap abdo 

bişey.

günlerdir aklımı kurcalayan bişey var. nasıl ifade etmem gerektiğini tam bilmediğim. hep kırmamaya çalıştığım, her durumda yanlarında bulunduğum insanlar. tek bir kişi değil.

evet senelerdir herkesten uzağım bu yüzden bazı şeylere de uzak kalmış olabilirim, ama en yakınınızdakinin bile yapmayacağı düşünmeyeceği şeyleri düşündüm ve düşünmeye de devam ediyorum. bu konuda mütevazi olamam. nasıl bir umursamazlık ki bu. uzaktayken daha iyiydi, hani göz görmeyince gerisini tamamlayın. ama ben bu kadar yakına gelmişken olanlar garip. olanlar dediğime bakmayın, bir olay olmuş veya biri bişey yapmış değil.

önceleri yanında olmamı isteyen insanların, bu kadar yakınlarındayken bu kadar vefasız olmalarını anlayamıyorum. vefasız kelimesini pek sevmem ama tam olarak kelime bu. yapabileceğim bişey yok, yapmak istediğim bişey de yok artık. bunları yazmamın da bi sebebi yok.

geriye dönüp düşünün, bu kadar kabuğunuza çekilmeyin, insanları kırmamak sadece kötü şeyler söylememek değildir. yaptıklarınız ya da yapmadıklarınız, karşınızdakilerin sizin için ne kadar değerli olduğunu gösterir. artık bişey yapmanızı bekliyor değilim, bi sıkıntım yok, söylemek istedim çok önceden söylemem gerekenleri, zaman aşımına uğradı sadece bazı şeyler.

gündemi değiştirelim.
hadi öperim.

23 Ekim 2013 Çarşamba

lütfen.

herkesin bu kadar gergin olabilmesini anlamıyorum. ne olur sanki biraz daha olumlu konuşulsa? kendilerindeki gerginliğin etrafındakilere de yansıdığının  hiç mi farkında değiller?

aslında çok zor değil gerçekten mutlu olmak. enerjinizi yüksek tutun, küçük şeyleri sorun etmeyin hatta büyük sorunları da kafanıza takmamaya çalışın. çok klişe çok duyulmuş. her sorunu devamlı tekrar etmek, dillendirmek pekte yarar sağlayan bir durum değil. aksine sizin modunuzu düşürür ve etrafınızdakiler de bundan etkilenir. etraftakiler çok önemli değil diyorsanız bir düşünün, olumlu konuştuğunuz kaç kişi sizi terslemiştir ki?

valla zor değil. herkesin bi sorunu, problemi vs. biçok olumsuzluğu var bu net, dertleşmek başka bişey. ama her gün aynı şeyleri konuşmak aynı şeylerden yakınmak ne kadar doğru?

olumsuz kelime kullanmayın. hatta şöyle; olumlu kelimeler KULLANIN. cümlelerin olumlu olanlarını tercih edin. gerçekten işe yarıyor. ses tonunuza dikkat edin, çileden çıkmadığınız sürece bağırmanın insanlara kızmanın pek bi anlamı yok. bu davranış hayatınızın her dakikasında devam etsin.

pollyannacılık oynamıyoruz, bahsetmek istediğim bu değil. olumlu olmaktan kimseye zarar gelmez. düşünün, uygulayın, LÜTFEN.

22 Ekim 2013 Salı

devam.

biraz saçmalamayı severim. uzun ara vermesem iyi olcak artık. çok fazla değişen bişey yok ya da var. her şey gibi bu da karışık bi durumda. yurda dönüş yaptık çok oldu. her şey bıraktığım gibi sanki. 8 yıl aradan sonra kürkçü dükkanındayız. ama bi kurtlanma bi yerinde duramama durum devam ediyor, alışkanlık.

yapmak istediklerim, şu güne kadar yaptıklarım, yapmaya devam ettiklerim hepsi aynı anda gün geçtikçe fazlalaşıyor ama yine de bişeylerin eksik olduğunu hissediyorum. bu zamansızlık, mekansızlık gibi bişey. bu biraz da yapmak istemediğim şeylerden de kaynaklanıyor olabilir. bunun farkındayım da aptala yatıyor gibiyim. başka bi boyut kazanmalı bazı şeyler, bu da benim sayemde olabilecek bişey, saf gibi beklemekle olmuyor maalesef. aynı şeyleri tekrarlamaktan sıkılmaya başlamak ve bunun da devamlı tekrarlaması da benim yüzümden. aslında baya basit ve net.

neyse. devam eden süregelen insan hal ve tavırları da beni baymakta. uzaktayken daha iyiymiş, kafaya takmak umursamak değil de benimkisi, garipsemek. yine kısa yazdım ama yazamam gereken başka şeyler var. başka bir boyutta yazmaya devam edeceğim, bu kesin.

28 Mart 2013 Perşembe

sustum.

neden bilmiyorum da birileri çok fena şerefsizlik yapıyor. kimse üstüne alınmasın çünkü ben bile tanımıyorum bunları.

herşey bu kadar kolay mı anlamadım. 20 yıldır tanıyorum dediğim insanlar bile yargısız infaz yapıyorlar. hoş yargılanacak bi durum bile yok.

bu durum şey gibi sokakta 2 kişinin kavga ettiğini görürsünüz onları ayırmak isterken suçlu siz olursunuz ya.  aslında kimsenin arasına girdiğim falan yok. ne barıştırmaya çalıştım ne de ayırmaya. olayda geçen kahramanlarla karşılaşmadım bile o derece. ve nasıl oluyor da kabak benim başıma patlıyor onu da bilmiyorum. yani kısacası bilmiyorum.

durumu çözebilecek bir allahın kulu da yok. çünkü durumdan haberdar olan bile yok. benim dışımda 2000 km ötemde olan bişeyler var. bişey bilememek ve bilmediğim bişey yüzünden suçlanmak çok ağır. biliyorum bi gün kim ne bok yediyse onda boğulacak ve bu arkadaş sandıklarım da farkına varacaklar. neyse.

20 Mart 2013 Çarşamba

hepsi.

böyle konuları pek sevmem ama anlatmak istedim. burdakilerin Türk anlayışı hakkında. şimdi nerden başlasam bilmiyorum. çoğu kişi biliyodur az çok yurtdışındaki Türk algısını, ben de burda denk geldiğim, karşılaştığım ve duyduğum yorumlardan bahsetmek istiyorum.

ilk olarak insanlar bizim dilimizin Arapça olduğunu zannediyorlar. alfabemizin arapça gibi olduğunu düşünüyorlar. bir kaç kez Türküm diyince abdullah öcalandan bahsetmeye başladılar! Türkiye'nin içinde ayrıca kürdistan diye bir devletin olduğunu söylediler! böyle bir devlet olmadığını ancak Kürtlerin de rahatça yaşayabildiklerini anlatmaya çalışıyorum. aslında bu önyargıların (önyargı demek çok doğru olur mu bilemiyorum) sebepleri elbette ki var. bu konuya pek girmek istemiyorum.

burayla kültür farklılığımız olduğu açık ve net. ne kadar avrupalıyız artık desekte daha olamadık maalesef.  avrupalı olmak çok mu önemli derseniz değil tabiki ama kafa yapısının değişmesi şart. burda Türkiye'yi kurtaracak değilim. ama klişeleşmiş sözler aslında klişe olmaktan öte birer gerçek. Türkiye'nin geri kalmış bir devlet olduğunu düşünenler bazı konularda yanılsalar da böyle düşünmelerinin nedeni; bizim "rahatlık" diye adlandırdığımız şeylerin aslında insan yaşamında normal olmasıdır. Aslında anlatmak istediğim şeyi bir arkadaş çokta güzel açıklamış biraz uzun ama okumanızı tavsiye ederim ;


Yayınlandığı Tarih: 19-03-2013 | Yazar: Meçhul Muhayyil
Kaynak: http://biletsiz.com/bir-gune-kac-utanc-sigabilir/

Bir güne kaç utanç sığabilir?

Merak ediyorum, Türkiye, bir gününe kaç utanç sığdırabilir? Bunun bir sayısı, sınırı var mıdır? Yoksa, artık öyle bir ebada ulaştık ki, umursama sınırının ötesinde miyiz? Kötülük bu kadar mı kanıksandı bu coğrafyada? Zulüm bu kadar mı normal?

Bursa’nın Mudanya ilçesinde, biri Fransız, diğeri Polonyalı, değişim programıyla Türkiye’ye gelen iki kız üniversite öğrencisi çadır kurmuş. Avrupalı kızların bu naifliği gözlerimi kamaştırıyor. Tüm dünya Avrupaymışcasına, her yerde güçlü, kendi ayakları üstünde, birey olarak yaşama istekleri, o sonuna kadar hak ettikleri tatlı şımarıkları beni büyülüyor. Hadi, Türkiye’ye gidelim diyorlar. Hiçbir şey umurlarında değil. Doğal birer devrimciler ama öylesine saf ve temizler ki, böyle bir berraklığı Türkiyeli kızlarda bulmak imkansız mesela. Yalnızca onların suçu değil tabii ki bu, hatta belki de tamamiyle biz erkeklerin suçu bile denebilir. Takım elbisesinin altında şeyh yatan, Batı görünümlü Doğulular olduğumuz için, karşımızda hayatta kalabilmek için saflıklarını tüketmek zorunda kalıyorlar. Edep, haya, namus üçgeninde hayatı güvercin tedirginliğiyle yaşamak zorunda bırakılmış bir kadına, içten pazarlıklı olduğu için kızamazsın. İçten pazarlıklı olmasa yaşayamaz. Bu coğrafyada bir kadına erkekler hakkında ilk öğretilen, hepsinin birer hayvan olduğudur. Eğer av olmamak istiyorsa, hayatta kalmak istiyorsa, bu gerçeği kabul etmeli ve buna göre yaşamalıdır. Kabul etmiyorsan, av olmayı seçiyorsan, bu coğrafyada erkeğe insan olarak bakan kadına, orospu derler. Yaşatmazlar. Sanıyorum ki dünya üzerinde hiçbir memlekette, bir kadının karakteri bu kadar tahribata uğratılmamıştır. Doğu ile Batı arasında kalmış ucube memleketimde hayat, mutsuz etmek üzerine kurulu.

Tabii Avrupalı kızlar bunun farkında bile değil. Gece karardıktan sonra kadınların tecavüz, taciz ve hakaret korkusuyla dışarı çıkamadığı bir kültüre öylesine uzaklar ki. Bizlerin aksine, kötülük sıradan değil onlar için. Kötülük sahiden, kötü ve işte tam da bu nedenle, insanlardan kötülük beklemiyor. Onun için belki bir heyecan, bir oyun.. insanların kötü olabileceğine olan inançları o kadar az ki, Ortadoğu, sonu kötü bitmesi çok küçük bir olasılık olan ancak bir lunaparak kadar tehlikeli bir yer. Denizin kenarına kurdukları o çadır da, içinde uyudukları o uyku tulumu da işte bu oyunun bir parçası yalnızca.

Önce, Güzelyalı yat limanı ilerisinde Beyazkayalar sahiline kurmak istemişler çadırlarını. Duyarlı vatandaşlar uyarmış (herkes her şeyin farkında, biliyor sahip olduğu kültürün ne mal olduğunu), burası güvenli değil demiş. Onlar da pes etmemişler, bu sefer gidip vatandaşlar tarafından görülmeyecek daha tenha bir yer bulup çadırlarını kurmuşlar. Tabii, kendi karakterini ancak başkaları üzerinden kurabilen bir ulus olduğumuzdan kimse gözümüzden kaçmaz; vatandaş yine görmüş ve polise bildirmiş. Sonra polis gelmiş, çadırdan çıkarmış bu iki genç kızı. Sonra açıklamışlar, yarım yamalak Türkçeleriyle, insanlar deniz kenarının tehlikeli olduğunu söylediği için, parkın içine çadır kurarak kamp yapmak istediklerini belirtmişler. Polisi görünce, şaşırmışlar ve korkmuşlar ama polisin onlara yardım etmek için geldiğini öğrenince mutlu olmuşlar. Polis, yağış olacak çadırda kalamazsınız hem güvenli de değil, demiş. Ama kızlar, tınmamış bile, alışığız demişler, biz kamp yapmaya,

“Biz çadırımızda rahatız. Uyku tulumu olduğu için üşümüyoruz. Ayrıca bize tacizde bulunulacağını da sanmıyoruz. İlginize teşekkür ederiz”

Polis sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş.
Polis, diyorum, sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş. Kötülük öyle sıradan ki, şu cümleyi öylece okuyup geçebiliyoruz. Polis, sabaha kadar çadırın etrafında nöbet tutmuş.
Neden?
Tecavüze uğramasınlar, öldürülmesinler diye.
Polis, sabaha kadar denizin kenarında kamp kuran iki kız öğrencinin başında, başlarına bir şey gelmesin diye nöbet tutmuş.

Bu nasıl bir utançtır farkında mısınız? Bir halka, bir kültüre bundan daha ağır nasıl bir hakaret edebilirsin ki? Ve bu fevkalade küfrü biz kendimize ediyoruz, kimseye ihtiyacımız yok. Herkes, her şeyin farkında; herkes nasıl bir millet olduğumuzun, nasıl bir kültüre sahip olduğumuzun bilincinde; kötülük hepimizin içinde, karakterimizin bir parçası olduğu için o iki kızın başında nöbet tutulması hiçbirimize garip gelmiyor. Bu coğrafya, bu kültür, tecavüzcülerle, katillerle empati kurabilecek kadar kötülüğü herkese veriyor; hepimizi, kötülüğe ortak ediyor.

Orada, o çadırda, bir Ortadoğu oyunu oynayan iki kız ile aramızda kelimelerle anlatılamayacak öyle derin ontolojik farklar var ki. Onlar, bir insanın gece yarısı çadırlarına dalıp, kendilerine tecavüz edebileceğine, öldürüp bir ormana atabileceğine inanmıyor. Onlar iyi, biz kötüyüz.

Öyle iyiler ki, polisi görünce şaşırmışlar. Halbuki aynı günün gazetesini açsalar, otostopla barış yürüyüşüne çıktığı Türkiye’de, ‘kimsenin beklemediği’ ama kimseyi de şaşırtmayan bir şekilde tecavüz edilip öldürükten sonra ormana atılan Pippa Bacca’dan sonra, ABD’li Sarai Sierra’nin katilinin itiraflarını okuyabilirlerdi.

“Olayın olduğu gün sabah 9’dan beri tiner ve alkol aldım. Kadın rayların üzerinden bana doğru geldi. Öpmek istedim. Telefonuyla kafama vurdu. Ben de can havliyle vurunca raylardan dehlizin önüne düştü. Orada yarım saat boğuştuk ve tekrar kafasına vurdum”

O çadırın başına dikilen polis ve tüm bu olan biten karşısındaki ulusal anlayış, bu coğrafyada kötülüğün münferit olmadığının itirafıdır.

Ortadoğu’da en nefret edilen, tahammül edilemeyen, müsamaha gösterilemeyen figür ateist, komünist, anarşist vs. değil, cesur ve güzel bir kadındır. Bu nedenle, bir kadına her şeyden önce haddini bilmesi öğretilir. Yabancı kadınlar kendi kültürlerinde böyle bir tedrisattan geçmediği için, Ortadoğu erkeğinin gözünde orospudur.

İstanbul’da yaşayan gazeteci ABD’li Alyson Neel’in röportajında bahsettiği gibi,

- Türkiye’ye ilk geldiğimde çok sevdiğim, Türk bir aileyle altı ay kaldım. Kültüre dair öğrenebileceğim her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Bana Türkçe öğretirken “maşallah”, “inşallah” dediklerinde bayılmıştım. Sırf “maşallah” diyebilmek için bebek görmek istiyordum. Sonra yaşlıca ürpertici, pis bir adam beni süzüp ve vurgulu bir şekilde “maşallah” deyince iğrendim kelimeden. Sorun kelimede değildi, ama söyleniş tarzı başka bir tacizde söylenen “Benimle seks yapmak ister misin” cümlesi kadar kötü hissettirdi. Bir sefer sabah sekizde işe giderken bir adam beni takip etmeye başladı. Bir süre sonra kolumu kavrayıp “Seks yapmak ister misin” dedi. “Ciddi olamazsın” deyip kaşlarımı çattığımda “Oo İstanbul good, İstanbul good” dedi. Başka bir zaman da üstüme tükürüldü. Kedi çağırır gibi “Pis pis pis” dedi adam. Bir gün de baharat dükkânındayken biri köpek gibi ulumuştu.

- İstanbul’da geçirdiğiniz iki senede bu tacizlere karşı nasıl savunma mekanizmaları geliştirdiniz, sizde nasıl bir değişim oldu mu?

Sokaktaki davranışlarım tamamen değişti.

- Nasıl?

Örneğin, giyimim. İstanbul’a ilk geldiğim aylarda tacize uğradığımda kendi hatam olduğunu düşündüm, çoğu taciz kurbanı gibi. “Kültüre yeterince hassas değilim, doğru giyinmiyorum” dedim. Ve altı ay boyunca kocaman kıyafetler, uzun etekler giydim. En kötü deneyimim Üsküdar’da uğradığım tacizdi ve üstümde kocaman bir palto, sıfır makyaj vardı. Sonra diğer kadınlarla da konuştuğumda, “Hayır, hepimize oluyor” dediler. Ne giydiğin hiç önemli değil. Sokak tacizlerinin seksle, flörtle alakası yok. Yaşlısı da, genci de, tayt giyeni de, kaban giyeni de tacize uğruyor.
Eski kıyafetlerime geri döndüm, ama hâlâ yolda gülümsemiyorum, göz teması kurmuyorum. İlk başlarda otobüse bindiğimde açık alanda duruyordum, tacize uğrayınca değiştirdim. Hakkımda söylenenleri duymamak için kulaklık takıyorum. Türkçe bilmediğimi düşünüp mesela “Ne kadar” diye soruyorlar.

- Sizce, tecavüz ve taciz hangi aynı kökenden geliyor?

Cinsiyetler arası ayrımcılıktan. İkisinde de erkekler, kadınlara bunları yapabileceklerini düşünüyorlar ve yapıyorlar. Çünkü karşısındaki insanı eşiti olarak görmüyorlar. Kendimi bir erkeği taciz ederken hayal ediyorum; benzer şeyleri yapıyorum, poposunu sıkıyorum, rahatsız olacağı şeyler söylüyorum. Ama kafamda bile devam edemiyorum, çünkü o bir insan. Sorun da burada, onlar beni aynı şekilde görmüyor.

Böyle bir şey yaşadıktan sonra anlattığımda da “Ne giyiyordun” diye soruyorlar. Ne önemi var ki! Açık giyinsem ne olacak? Bu kimseye bana dokunma veya taciz etme hakkı vermiyor. Gülsem ne olacak? Bu tecavüz etme hakkı mı veriyor? Hayır. Bu sorudan nefret ediyorum. Hiç taciz edenlere “Ne giyiyordun” diye sorulduğunu gördünüz mü? Beni asıl rahatsız edense taciz sonrasında arkadaşlardan, gazetecilerden duyduğum “Büyütülecek bir şey yok” sözleri.
Bunları duymak şaşırtımıyor değil mi?

‘Tacize karşı yardım istediğim polislerden çıkma teklif edenler oldu’ demiş en son Neel.
İşte böyle bir yer Ortadoğu, kötülük asla şaşırtmıyor.

2 Mart 2013 Cumartesi

derdime bir çare.

şimdi şu geliş hikayemizden bahsetmek istiyorum. aslında planımız romadan milano-como-zürih ve basel'di. biletlerimizi tabiki önceden aldık. milanoya ve comoya gidiş için biletleri almak kolaydı zaten. zürihe gitmek için tabiki online yöntemleri kullandık. isviçrenin tren yollarının resmi internet sitesine girdik bakınız1: http://www.sbb.ch/en/home.html biletlerimizi aldık tabi herşey tamam sanıyoruz. neyse bu rahatlıkla kaldı gitmemize 2-3 gün.

aslında onları mı suçlasam kendimizi mi bilemedim. bizde tabiki hata var, ama onların sisteminin saçmalığı da beni benden aldı. neyse. aldığımız biletlerin geçerliliği olmadığını öğrendik, şöyleki bize gönderikleri e-maildeki ek dosya, online bilet olarak geçmiyormuş, bu biletin konfirmasyonunu yapmamız gerekiyormuş. yani havaalanlarındaki check-in gibi bişey. buraya kadar herşey tamam. Como'ya gittiğimizde yaparız ne gerekiyorsa diyoruz. ama hiçte sandığımız gibi olmuyor. bloglardan ve siteden biraz araştırma yaptıktan sonra olaya uyanıp, check-in işlemini kesin olarak nasıl yapabileceğimizi öğrenmek için internet sitesinden e-mail adreslerini bulup mail atıyorum ve gelen cevap: "You can pick up your ticket at the ticket counter of any staffed station in Switzerland. Just go to the counter and quote the order number given on the confirmation page which appears once you have completed your booking." Şimdi evet bu uyarı sitede bir yerlerde yazıyormuş biz dikkat etmemişiz bizim dikkatsizliğimiz tamam kabul. Fakat şu nasıl bir mantık ki, Como'dan yani İtalya'dan, Zürih-İsviçre'ye gitmek için aldığım bileti, sadece İsviçre sınırları içinde onaylatabiliyorum? İsviçreye gitmeden bunu nasıl yapabiliriz anlamış değilim, e bileti onaylatmadan trene de binemiyoruz.

Tek çare Como'ya yakın olan Lugano'ya gidip ordan biletleri onaylatıp Zürih'e geçebilmek. Bu sayede az da olsa Lugano'yu görebiliyoruz. Lugano'ya gitmek içinse bir Como'dan bir belediye otobüsüne binip İsviçre sınırına gidiyoruz ve sınırdan yürüyerek, hiç bir kontrol olmadan geçiyoruz. Bakınız Şekil1:


 
 
 
Ve sınır kapısından geçtikten sonra İsviçre farkını hissetmeye başlıyoruz... Maalesef çok fazla fotoğraf yok elimde, arkadaşın makinasıyla çekilmiştik henüz alamadım kendisinden.
 
 
 

 
 
Lugano'da çok fazla vaktimiz yoktu. Kısaca anlatmak gerekirse, gerçekten zengin bir şehir. ülkedeki herkes 3 dil biliyor. Lugano'nun konumundan dolayı burdaki çoğu kişi İtalyanca konuşuyordu. Ama genellikle herkes Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve İsviçre Almancası biliyor. Almanların konuştuğu Almanca değilmiş bu dil. ve Almanları pek sevmezlermiş.
 
Mağazalar ve restoranlar son derece lüks ve gerçekten pahalı bir ülke. Swiss Frank kullanıyorlar para birimi olarak. 1 Swiss Frank 1.9 gibi bi rakama denk geliyor Türk Lirasında. Eurodan daha düşük gibi gözükse de ülkenin pahalılığı bunu kat kat örtüyor. hava da çok soğuktu gittiğimiz mevsimde, sahilden yürürken bir "WC" görüyoruz. evet evet bildiğimiz tuvalet. kontrol ediyoruz kapısı açık mı diye. ve içeri girdiğimizde çok şaşırıyoruz. çünkü Türkiye'de karşılaşamayacağımız şekilde içerisi sıcacık, tertemiz ve peçete vs ne ararsanız var. Umuma açık bir tuvalet, ücretsiz ve tertemiz. olması gereken bu fakat bizde hiç olmayan. darısı başımıza diyip Zürih trenine yetişmek için geri dönüş yoluna koyuluyoruz. 
 
 


1 Mart 2013 Cuma

"pay attention 2"

nerde kalmıştık. he evet milanodaydık. milano turumuzu akşama doğru tamamladık. sonraki planımız Como'ydu. akşam saat 11 gibi Como trenine bindik. bu arada kalacak yer olarak www.couchsurfing.com sitesini kullandık. kesinlikle tavsiye ediyorum. hem ücretsiz kalacak yer buluyorsunuz hem de farklı insanlar tanıyorsunuz. hatta bazıları size tur rehberliği bile yapıyor. Como'daki ev sahibimiz çok iyi Peru'lu bir çocuktu ve meslektaşımdı. ev arkadaşı da Türk çıktı, haberimiz yoktu hiç. akşam bizi tren istasyonundan aldı, saat çok geç olduğu için çok soğuk ve karanlıktı pek bişey anlayamadık tabiki.






 

ertesi gün, gün doğarken kalkmaktı niyetim ama yorgunluktan bayıldığımız için ancak 9 da uyanabildim ve attım kendim sokağa. zaten ev şansımıza gölün hemen dibindeydi. çok ufak bi yer Como ama gerçekten görülmeye değer. göl kıyısının bir ucunu boydan boya yürüdüm hava mükemmeldi. işte size telefonumla çektiğim bi kaç resim. çok keyifliydi.
 
 






Evler şahaneydi. Büyük Ada'ya benzettim biraz Como'yu. İnsanlar sabah erkenden uyanmış sporlarını yapıyolardı. sadece pizza ve makarna yemelerine rağmen incecik olmalarının sırrı bu olsa gerek.
 
Küçük bi çöp arabası, dağın içine yerleştirilmiş çöp kutusuna yanaştı ve görevli çöpleri toplamak için çöp kutusunun içine mi girdi ne yaptı anlamadım. o minik kırmızı nokta aslında görevlinin ta kendisi. sanırım paravan gibi birşey yapmışlar görüntü kirliliğini önlemek için. zaten sokaklarda tek bir çöp bile yok.
























 

 
Burda da İtalya'nın çoğu yerinde olduğu gibi bisikletler çok fazla. zaten çok ufak bi il burası o yüzden bisikletle gezmeniz çok kolay ve çok zevkli.  Ben de sonunda bi tane aldım, aldım da demeyelim de hediye diyelim. İnsanlar günlük ulaşım aracı olarak kullanıyor artık tabiki heryerde kullanmak mümkün değil maalesef. geçenlerde Roma'da çıktım bisikletle çıkmaz olaydım. tabiki heryeri böyle değil. neyse. Como'yla ilgili anlatacaklarım henüz bitmedi, asıl bayıldığım kısma geçiyorum az sonra.
 
 
Soldaki "Bar Lario". kaldığımız ev hemen buranın arkasındaydı. yürüyüşten sonra arkadaşları beklerken, burda cornetto yani bizim bildiğimiz adıyla kruvasan yedim, buranın en iyisiymiş , öyleydi de ve yanında da başlarda hiç sevmediğim ama şimdi bağımlısı olduğum espresso içtim. gerçekten iyiydi. ve yine sağda görebileceğiniz ve Türklerin heryerde olduğunun bir kanıtı olan İstanbul Kebap. ve bu küçücük şehirde 2 tane daha Türk restoranı vardı. 
 
 
 

Bu da uçuş eğitimlerinin de verildiği "Aero Club Como"  bilmiyorum işinize yarar mı ama daha fazla bilgi için internet sitesi;  http://www.aeroclubcomo.com/

















Ve şimdi de en sevdiğim bölüm. füniküler ile yukarılara tırmandığımız anlar. burda bana ev sahibimiz Christopher eşlik etti sağolsun. az biraz yükseklik korkum olduğu için ilk başta biraz tırtsım ama sonra manzarayı görünce..

Burdan sonra biraz susuyorum ve fotoğraflarla devam ediyorum..




 
 
 


 

ve işte yukardayız. Burası gerçekten mükemmeldi. aşağının aksine kar kaplıydı heryer ama hava çok iyiydi. füniküler gezi amaçlı kullanıldığı gibi, insanların evlerine ulaşmaları için bi ulaşım aracı. biz yukarı çıkarken öğrenciler evlerine dönüyorlardı.


pek kimse yoktu buralarda, zaten çok küçük bi yerdi. çok keyifliydi.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bu da dönerken çekildiğim bi foto. indikten sonra da sıcak şarap keyfi ile Como'nun süper güneşinin keyfini çıkardık ve sonra Zürih'e geçmek için aslında rotamızda olmayan Lugano'nun yolunu tuttuk.. hiç unutmayacağım ve tekrar gelmek istediğim bi yer olarak hafızama kazındı burası. diğer yazıda (umarım arayı bu kadar açmam) neden Lugano'ya gitmek zorunda kaldığımızı anlatmak istiyorum ve tabiki sonra Zürih. öperim.
 

28 Ocak 2013 Pazartesi

"pay attention 1"

ohoo baya olmuş. üşengeçliğimin kurbanıyım. tabi bi de gezmenin. şu geziden bahsetmek istiyorum aslında. milano-zürih-basel planı yapmıştık geçen hafta için. gezi blogu gibi olsun istemiyorum zaten bi çok var. "pay attention"  kısımlarını anlatmak istiyorum sadece.


milano, ekim ayında da gitmiştim. pek sevemediğim bi yer, zaten Duomo Katedrali dışında çok fazla görmeye değer birşey de yok. Bi de Leonardo Da Vinci'nin "Last Supper" tablosu tabiki, ama maalesef biz gidemedik. çünkü rezervasyon yaptırmanız gerekiyor görebilmek için. biz biraz geç kalmıştık bunun için. Bir de Opera Binası'nın salonu gerçekten etkileyici. fotoğraf çekmek yasak olsa da dibine vurduk diyebilirim.

milano-roma'yı ankara-istanbul olarak karşılaştırabilirim belki.

yemek içinse safranlı risotto nun ünlü olduğunu söylüyorlar. geçen geldiğime denemiştim ama sanırım risottoyu sevmediğimden buna da pek ısınamadım. daha aperatif bişeyler içinse; Duomo Katedrali'nin arkasında "Luini" diye küçük bi büfe var, ama önü tıklım tıklım dolu.  meşhur olan panzerotti, bizdeki pişi gibi, içine ıspanak, peynir vb ne isterseniz koymuşlar. gerçekten lezzetliydi, fiyatları da baya uygun.

*burdaki ve diğer gördüğüm bütün şehirlerdeki insanlar, bizim çok basit diye adlandırdığımız yiyecekleri ile ünlüler. pazarlamayı, reklam yapmayı çok iyi biliyorlar sanırım. ya da biz hiçbişeye yeterince önem vermiyoruz.

Yorgunluktan ölmüşken bi cafeye oturduk kahve için. ismi vineria 76 salumeria. aslında şarap ve salam evi gibi biyer, şarabın yanında salam çeşitleri ikram ediyorlar. bizdeki şarap-peynir mantığı. bu arada aşağıdaki tabela galiba gördüğüm en ışıklı en renkli olanı. romada da burda da hiç bir cafenin, restoranın ismi-tabelası çok gösterişli değil. hatta bazılarının adını bile göremezsiniz.

 
kahve içtikten sonra, bize 3 tane fincanın içinde kendi özel çorbalarını ikram ettiler. gerçekten üçü de çok lezzetliydi. biri aslında bildiğimiz kurufasülye, buralarda ona çorba diyorlar. fotoğraflarını çekmemişim maalesef ama isimleri, Ribollita Toscana, Zuppa di Fagioli ve Zuppa di Ceci. milano'dan aklımda kalanlar bunlar. gün içersinde devam edeceğim öperim.